Bu yazı girişimciliğin zorluklarını vurgulayıp “çok mühim işler yapıyoruz, zorluklara göğüs geriyoruz, bize saygı duyun” yazısı değil. Bunu diyen de yazan da çok oluyor. Yaptıkları işten gururla şikayet eden nadir kesimden biri de girişimciler. Çok çalışıyoruz, vakit yok, zaman yetmiyor, kaynaklar yetersiz vs. gibi şeyleri ne kadar çok duyduğunuzu tahmin edebiliyorum. Ben öyle yapmayacağım; beni sevin, abi beni sev demeye getirmeyeceğim. Beni şikayet ederken duymak zor olsa da aranızda şahit olanlar vardır. Duyan da vergilerden şikayet ederken duymuştur, onu yaparım. Birinin yaptığı işin ne kadar zor olduğunu veya zor olup olmadığını diğerlerinin bilmesinin, işi zor olana yardımcı olduğunu düşünmüyorum.
Girişimciler gizliden gizliye kutsanma istiyor. Özellikle genç arkadaşlar sürekli ne kadar zorluklarla nelerin üstesinden gelmeye çalıştıklarını anlatmaya çok hevesliler. Bence sebebi koydukları hedefi sindirememiş olmaları. “büyük düşün” mottosunun heyecanından “ufaktan başla” adımını atlamış olmaları, hedeflerine ulaşma aşamasında karşılarına çıkan zorlukları içselleştirememelerine sebep oluyor. İçselleştiremedikleri, benimseyemedikleri zorlukları da defaatle ifade etmeye devam ediyorlar. Girişimcilik tercihini, diğer opsiyonları değerlendirerek yapmamış olmaları, diğer opsiyonları denememiş olmaları onları “girişimcilik fanatizmine” sürüklüyor. Girişimcilik fanatizmi ise bir firmada, kurumda çalışmayı alttan alta küçük gören bir bakış açısına sebep oluyor. Bu da vazgeçme noktasına gelindiğinde işleri zorlaştırıyor. Azmetme, vazgeçmeme, ısrar etme ile “ne zaman bırakacağını bilme” kavramları ise çok içiçeler ve maalesef keskin çizgilerle ayrılamıyorlar.
Kendimi yukarıda yaptığım tariften uzak tutup üst raflara yerleştirmiş gibi görünmek için “özellikle genç arkadaşlar” diye belirtmedim. Hassas bir konuda kendim hakkında yazacaklarımın objektif olmayabileceğini düşündüğümden dolayı uzaktan bir tanım yapmak istedim.
Girişimcilerin büyük kısmı ne kadar çok çalıştıklarından dem vurur. Bazısının kafası yoğun olur, acil ama önemsiz işlerle uğraşmaktan telef olur, arkasına döner bakar ve bir arpa boyu yol gitmediğini farkeder. Bazısını sürekli bürokrasiyle savaşır halde görürüz. Bazısı yurtdışına gitmeye çalışır. Bazısı ürününü toptancılara satmaya çalışır. Hepsinin kafasında önemli gördüğü bir nokta vardır. Kolay kolay ikna edilmezler. İkna edilmiş görünürler.
Birileri çıkar der ki çok çalışmak önemli değil, verimli çalışmak önemli. Bunu diyen çoğu zaman girişimcilik yapmamış kişidir. Girişimcilik geçmişi olan biri bu lafı etmez. Bilir ki hem verimini artırıp hem de günün saatlerini 26’ya çıkarmak istersin ama yine de yapılacak işler bitmez. Bitmeyen işler, incelenmesi gereken analizler, konuşulması gereken stratejik partnerler, tanışılması gereken potansiyel alıcılar vs.
Özellikle İstanbul’da dışarı çıktığın an yarım saatlik bir iş bile 2 saatini alır ve 4 saatlik yorar. Trafikten kaçmak için toplu taşıma kullanırsın, in-bin yorar, hengame yorar, ayakta durmak, rahatsız oturmak, insanların kokusu, kafandaki sıraya konması gereken fikirler, yapman gereken ödemeler, yapılmayan ödemeler, sorun çıkaran müşteriler, teslim yapmayan tedarikçiler, cevap vermeyen tedarikçiler, bozuk mal gönderen tedarikçiler yorar. Motive etmen gereken arkadaşlar, teskin etmen gereken ailen, umut vermen gereken ailen, iş dışında başka konularda konuşman gereken ailen, okuman gereken kitaplar, yazman gereken mailler kafanı meşgul eder.
Etrafında genelde bir bulut olur. İnsanlarla direkt temas etmediğin hissini yaşarsın, arkadaşlarınla konuşurken arkada başka işlemler döner, etkileşime geçtiğin arayüzündeki kodlarla çekirdekteki kodlar başkadır. Zamanla etrafındaki o çekirdeğinle dış dünya arasına bir katman koyarsın. Eldivenle el sıkmak gibi, gaz maskesiyle gül koklamak, fanus arkasından bebek sevmek gibi bir hisse bürünürsün. Etrafında istemsiz bir kabuk oluşur. O kadar çok insanla konuşur, o kadar çok potansiyel müşteri dinlersin ki, söyledikleri şeyleri yorumlamak ve kategorize etmek için zihninde bir yapı oluşmuştur. Bir süre sonra bu alışkanlık sistematik hale gelir, o yapı kabuklaşır ve konuştuğun kişilerle aranda bir membran olur.
İşitme testine girdiniz mi bilmiyorum. Odyometri diyorlar. Ses geçirmez bir kabine girersiniz, sırayla belirli frekanslarda sesler çıkarırlar. Elinizde bir buton olur, bir şey duyduğunuzda basarsınız. İçeride o proses başlayana kadar dışarıyı izlerseniz insanların konuştuklarını, hareketlerini görürsünüz ama ses duyamazsınız. O an hissettiğiniz şey yalnızlıktır. Aileniz olur, eşiniz olur, kardeşleriniz çok iyi arkadaşlarınız olur. Çocuğunuz olur çok seversiniz, karınız/kocanız olur birbirinizi çok seversiniz. Çok muhabbetiniz olmayan insanlar bile sizin güvenilir olduğunuzu bilirler, etrafta sevilirsiniz. İlişkileriniz iyidir, kimseyle küsmezsiniz, insanları yanlış anlamaz, onları rahatsız etmezsiniz ama günün sonunda değişik bir yalnızlık hissedersiniz. Girişimcilerin bir süre sonra eski arkadaşlarıyla görüşmeye eskisi kadar meyilli olmayışının bir sebebi de budur. Artık grup hissini yaşayamıyorsunuzdur. En iyi yöntem arkadaşlarınızın da kafalarından faydalanmaktır.
Eğer girişimcilik mentalitesi oturmuşsa, fikirlerinizin varsayımlarınız olduğunu, yapabileceğiniz en iyi şeyin en büyük varsayımınızı bulmak olduğunu anlamışsanız, bu paradigmayı uzun bir süredir kullanıyorsanız ve hayatınızın her yönüne işlemişse artık insanla ve eşyayla etkileşiminiz farklılaşıyor. Burada, satır arasında rasyonel ve sorgulayıcı bir insanım, evet ben böyleyim mesajı vermeye çalışmıyorum. Son dönemlerde farkettiğim ve iyice sivrilen bir yanımı betimlemeye çalışıyorum. Bu mentalite insanlarla kurulan ilişkinin yapısını da değiştiriyor. Tartıştığınız zaman, tartışılan konuyu kendi fikrinle karşılamak yerine şüpheci, sorgulayan yaklaşımla karşılayınca fikri sunanın kendinden eminliği sizi fikirden soğutuyor. Bunu belirtmeye çalışınca şeytanın avukatını oynuyorsunuz ve “insanların hevesini kırmak” gibi kötü bilinen bir role bürünüyorsunuz. Bilakis, o rolün, bu memlekette kötü değil, jön rol olması gerektiğini düşünüyorum.
Bu yazıda girişimciliği romantize etmeye çalışmadım. Aynı hisleri yaşayan arkadaşlar varsa bunun normal bir süreç olduğunu anlatmak istedim. Ben yaşamadım ama bunun biraz uç noktası, kişinin kurduğu duygusal/ruhsal ilişkilerde zayıflama olabilir. Bundan da emin değilim.
Öyle içimi dökmek istedim.
çok yoğunum, sürekli çalışıyorum, aman bürokrasi, kimse beni anlamıyori kimse beni sevmiyor, kutsal girişimciyim ben kıymetimiz bilinmiyor geyikleri aslında yapılabileek en kısa ve en otomatik muhabbetler insanlarla. Misal iş kurduk tutturmaya çalışıyoruz bizde. İş tabi ki kolay değil, hangi iş kolay. Ama geleni gideni arayıp soranı sohbet etmek isteyeni bitmiyor bazen. Herkese de uzun uzun iş anlatmak istemiyorsunuz. Kısaca en popüler problemleri anlatıyorsunuz. Karşıdan da “tabi, kesinlikle, evet ya… haklısınız siz de valla…” gibi standart cevaplar alıyorsunuz. Düşünüp cevap vermenizi gerektirmiyor. Böyle otomatize bir muhabbet gün içinde iki üç kere bile karşınıza çıkan aynı konseptli konuşmalarda çok düşünmeden konuşmanızı böylece başka şeyler düşünebilmenizi sağlıyor.
En azından bizi kutsamadılar diye ağlamanın faydası bu. Tabi kutsasalar ve tüm vergileri bir kaldırsalar daha çok sevineceğiz….
Bu yaziyi ilk okudugumda anladim sanmistim, burada yazanlari kismen hissetmeye baslayinca yazi aklima geldi ve simdi 2. kez okudum, ilkine gore daha iyi anladigimi farkettim fakat buyuk ihtimalle 3. okuyusumda daha iyi anlayacagim….
Sanırım en önemlisi herkesin olmaz dediğini başarabilmek. Yani özetle: İnanmak. Yazı için teşekkürler.
Girişimcilik, hedefe ulaşmada karşılaşılan engelleri bertaraf etmeyi gerektirir. Eğer engele takıldıysa bile diğer taraftan çabasına devam etmeli. Her çaba karşılığını bulur.